Zuhal'in Müzesi

30 Ocak 2011 Pazar

Evdeki kurtarılmış bölgeden, salondan bildiriyorum



Evden kaçtım, salondayım...

Sıradan cumartesi...İşten yeni geldim. Gelmez olsaydım. Evin içinden tır geçmiş gibi. Bunu biz mi yaptık, iki kişi?  Engin ağlamaklı yüzümü görünce ''ben salona geçiyorum, hiçbirşey görmek istemiyorum'' tepkime cevap bile vermeden elektrikli ısıtıcıyı getirip kurulacağım koltuğun dibine yerleştirdi.(Mersinde klimayla ısınıyoruz ve salonda klima yok. Evdeki iki adet elektrikli ısıtıcı nerde istersek orada emrimize amade.)

 Bu evi kim düzene sokacak, zaten hava da yağmurlu, hiç bir iş yapma yan gel yat havası. Bizim ev de yan gelip yata yata bu hale geldi ya, o da ayrı mesele.

Ben kendimi salona kapatmış bulunmaktayım. İşte huzur...Dağınık ortamın insanda huzursuzluk yarattığı bilimsel bir gerçek. Eee dağınıklığa son verecek enerjimiz olmadığına göre evdeki tek kurtarılmış bölgeye kaçıyoruz. Salona...

Türkiye'de neden konutlar genellikle 3 oda 1 salon yapılır? Bizim gibi yaşayan diğer aileler yüzünden. Mimarlar bilmiyor mu canım oturma mekanı ile misafir mekanının aynı yer olabileceğini, açık mutfağın en ideal olduğunu, mutfağın yaşam alanı olmasını sağladığını. Hepsini gayet iyi biliyorlar. Ama adamlar interdisipliner çalışıyor demek ki; öncelikle antropoloji, sosyoloji ve psikoloji gibi bilimlerden destek alıyor olmalılar ki evlerimizin planı 3 oda, 1 salon. Mesela benim gibilerin psikolojisi bozuldukça evin dağınıklığından kaçacak yeri olsun diye. Adı üstünde salon, 3 oda, 1 salon. Salon özel, salon cici.

Ortalama bir ailede en az bir çocuk olsa odalardan biri çocuk odası, bir oda ebeveyn odasıdır. Bir oda da diğerlerinden biraz başka bir boyutlu, sokak kapısına yakın konumlanmış bir şekilde yapılır ki işte o da oturma odasıdır. İçine küçük bir takım koltuk, televizyon ünitesi gibi belli başlı her şey sığar. Salon ise devasa...Koltuklar, uzay mekiğinde yerçekimsiz ortamda etrafta uçuşuyormuş gibi birbirinden bağımsız durur da durur. Korkudan poponu koyamazsın o koltuklara bir yeri leke olacak diye, üzerlerine örtüler yaptırırsın. Salonda 20 sene dursa eskimez merak etmeyin.

''Tek bir mekanda hem misafir ağırlanıp hem de günlük yaşanamaz mı?'' diye tartışır dururuz ya. Aslında ben de   ayrı odalar yapma taraftarı değildim. Ama birkaç sene önce kadınsal bir içgüdüyle olsa gerek bir oturma odası yapmalıyım fikrine kapıldım ve yaptım da. Aldım bir köşe takımı al sana oturma odası. Bir tarafına ben bir tarafına Engin uzanıyoruz akşamları,  biri daha gelse yer yok. Köşe takımı, televizyon bir de biz her akşam koltuğun döşemesiyle özdeşleşerek doğadaki yaşamımıza devam ediyoruz. Ortadaki sehpa da  nasibini alıyor tabi. Üzerindeki dergi, kitap, ilaç kutuları, mumluklar, bardak altlıkları, tarihi bir ayı geçmiş gazeteler ve benim bilumum el işlerim yüzünden çökme tehlikesiyle karşı karşıya.

Antropoloji bilimi de sağolsun, milletçe ortak huylarımızı nasıl da teapit ediyor;Türk kadını titizdir. Mutfağındaki koku eve yayılsın istemez, dağnıksa mutfağı görünsün istemez. Ama kendisi mutfakta vakit geçiriken evin diğer ahalisini unutur. Payşlaşımsız geçen saatler olarak kalır böylece mutfakta geçen saatler. Türk kadını misafirine çok özenir, en iyisini yapmaya çalışıır. O kadar ki kendi kullanmaya kıyamadığı yemek takımlarını hep misafirler kullanır. ''Aman efendim dost var düşman var, gelen gören ayıplamasın.'' Toplum içindeki tavırlarımız, yaşayışlarımız evimizi bile etkiliyor. Evin her yerini  bok götürür salon pırıl pırıl, şu an bizim evde olduğu gibi.
Ama farkındaysanız şu an burası benim kaçış noktam. Psikoloji biliminin  devreye girdiği yerdeyim şu an. dağınıklıktan huzursuzum, salona kaçıyorum.

Mimarlar diğer bilimlerden yararlanıyor olabilir demiştik ya işte salon ve oturma odasını da ayırmamızı sağlayan evleri bu yüzden yapıyorlar. Bu durumda çalışan kadın psikolojisiyle hareket ederek salon ve oturma odası ayrı iki mekan olarak düşünülmüş olmalı başka açıklaması yok. Evini temizleyemeyen hafta içi ölesiye dağıtan kadın hafta sonu ya da akşamları elaleme rezil olmasın diye herhalde. Zira şu an ki psikolojimi düşündüğümde böyle düşündüklerine eminim. Tam bir çaresizlik ve rezillik.

Gel gelelim bir de arkeoloji var bunu büyük ihtimalle mimarlar,  mühendisler düşünememiştir ama eğitimini almam çok işime yarıyor. Çünkü evlerimiz öylesine dolu ki birşey ararken küçük bir kazı çalışması yapmam gerekebiliyor. Bu da benim şansım :))

26 Ocak 2011 Çarşamba

Dekorasyonda Picasso etkisi:Barış güvercini


Picasso'nun ünlü ''Barış Güvercini''

Ressam bu resmi 1949 yılında, üyesi olduğu Komünist partisinin siparişi üzerine yapmıştır ve o günden bugüne beyaz güvercin barışın simgesi olarak kullanılmaktadır.

***

Bu tabakta da Picasso'nun barış güvercini resmedilmiş. Görür görmez hemen almıştım. Fiyatı sadece 2.00 TL.


***

Az daha unutuyordum. Ben bu tabaktan esinlenerek bakliyat torbasına Picasso'nun barış güvercini desenini çizmiştim.   ''My kitchen'' adlı yazımda görebilirsiniz.


25 Ocak 2011 Salı

Tiyatronun kaynağı




Tiyatronun kökeninde, günümüzde ilkel toplumlarda hala uygulanmakta olan mimetik büyü törenleri yatmaktadır. Prehistorik dönemde de insanların doğa güçlerine karşı duyduğu, saygıyla karışık korkudan dolayı yağmur duaları, bolluk ve bereket törenleri, ölüm-dirilme oyunları ortaya çıkmıştır.

Bu av oyunlarında bilmeden de olsa tiyatronun üç temel ilkesi gerçekleştiriliyordu. Bunlar “taklit”,  “eylem”  ve “topluca katılma”dır. Avcı, avlanmak için önce hayvan postuna bürünür ve hayvanın hareketini taklit ederek avına yaklaşırdı. Onu öldürdükten sonra köyüne döner ve nasıl avlandığını diğerlerine anlatacak eylemlerde bulunurdu. Avcı, dans, ezgi ve hareketlerle oyunlarını sürdürürken, ateşin çevresindeki izleyiciler, el çırparak ya da doğrudan oyuna katılarak avın uğurlu olması amacıyla dans ederlerdi.



Tiyatronun kaynağında büyü, gösteriyi ortaya çıkaran bir araçtır. Bununla birlikte doğada insanı çeken şeyler, renkler, etkili kokular, göz alıcı biçimler, güzel sesler ve hareketler de tiyatronun doğuşunda etkili olmuştur

Prehistorik dönem insanı doğayı, doğum-üreme-ölüm gelişiminin düzeniyle değerlendirirdi. Doğanın bu gelişimi, onların törenlerine de yansır, her sonun bir başlangıç olduğu; yani her ölümün yeni bir doğumu, her doğumun yeni bir ölümü getirdiği inancı, insanların bu süreç için çaba göstermesini gerektirirdi. Doğanın bu düzenli gelişimi insanları “ritüel” denen oyunları oynamaya itmiştir.

Mezopotamya’da İ.Ö. 3000 yılarında yapılan Tammuz törenlerinde, İştar’ın ölen sevgilisi tanrı Tammuz için yas tutulurdu. Tanrının heykeli karşısında ağıtlar söylenir ve heykel suyla yıkanırdı. Diğer adı Adonis olan tanrı Tammuz, doğumu ve ölümü simgeleyen genç bir tanrıydı. Dicle ve Fırat vadisinin bolluk getiren suyunun efendisine temmuz ayında düzenlenen bu törenler Mezopotamya için  ilk oyunlardır.


Tanrı Tammuz(Sümer kabartması)


Eski Mısır’daki ilk gösterilerin tarihi günümüzden 5000-6000 yıl öncesine gitmektedir. Dört temel gösteri türünün olduğu anlaşılmaktadır. Bunlar İ.Ö. 4000-3200 arasındaki “Piramit Metinleri”, İ.Ö. 3100 yıllarında başlayan “Taç Giyme Şenlik Oyunları”, İ.Ö. 1868 yılındaki “Acı Çekme Oyunları” ve “Büyü-İyileştirme Oyunları”dır.

Antik Yunan tiyatrosu ise uygarlık ve Hellen demokratik ruhu ile yakın ilişki içindedir. Tiyatro, şiir, felsefe ve görsel sanatlarda, yani görünüşte farklı ama gerçekte birbiriyle bütünleşmiş ve birbirine bağlı sanatlardaki heybetli canlılığın, kültürel monizmin belirgin bir ifadesidir.


Aspendos tiyatrosu
 

22 Ocak 2011 Cumartesi

İlhan Şeşen Konseri


2011 yılının etkinlikler içinde dolu dolu geçmesi dileğiyle...

Yeni yıla girdiğimizden bu yana ''aman da yeni yıl, yeni karalar, yeni yollar, tüm bunlar nasıl olacak, kim yapacak bu kadar şeyi'' derken, iş arkadaşlarımın hadi İlhan Şeşen konserine gidelim teklifi bile cazip gelmemişti ki ben her türlü etkinliği severim, maksat zaman keyifli geçsin. Ama  yeni yıl kararlarımın altında o kadar ezilmişim  ki, bu keşmekeşin içinde savrulurken konsere bile gitmek istememişim. Hayret doğrusu.

Sonra bir anlık ''Aman bırak hayatı akışına'' düşüncesiyle ''e gideyim bari'' dedim çok da istekli olmayan bezgin bir ruh haliyle. İyi etmişim, çok keyifli bir akşam geçirdik.

Belma, Meral, Yonca, Zeliha abla bir de ben iş çıkışı düştük yollara. Ve hep yapalım bunu, kendimizi ödüllendirelim diye karalar da aldık öncesinde ve sonrasında. 

2011 daha dolu dolu geçsin umuyorum ve diliyorum hep güzel şeyler olsun , hep keyifli anlar yaşayalım, bunun için çaba harcayacak enerjimiz olsun.  Bol bol enerji.

Sevgili İlhan Şeşen'e de teşekkürler keyifli akşam için. Herkes canlı dinlemeli.

İlhan Şeşen...Büyük üstad, ağır abi, avukat, Aliye'nin dayısı :)) , Müzik evi sahibi, ihtiyar delikanlı. Orkestrası iyi, gitaristi  yakışıklı. Rahat, müziği de rahat. Mersin'de yaşamış, hukuk mezunu...''Grup Gündoğarken''in kurucusu(1948). İlk solo albümünü 1994'te yaptı(Aşk Haklı).

8 Ocak 2011 Cumartesi

Beyin fırtınası: Yerli dizi

Dizilerin özet bölümlerini ya tamamen kaldırsınlar ya da hiç olmazsa kısaltsınlar. İnsaf yani bir saat dizi özeti mi olur. Bir saat  özet,  iki buçuk saat de yeni bölüm... Beynimiz karıncalanıp karıncalanıp uyuşuyor. Allahım ne kadar zor bu dizi illetinden kurtulmak. Bana ve tüm dizi hayranlarına yardım et. Ayrıca ''Yaprak Dökümü''nün bitimine vesile olduğun için de sonsuz şükran...

Son günlerse gündemiin bir kısmını dolduran ''dizi süreleri azalsın'', ''çalışma koşulları düzelsin'', ''oyunculara bu kadar para verilmesin'', ''set emekçileri de hakettiğini alsın'' vs. gibi cümlelerin hepsi haklı cümleler. Ülkemizde, bir dizi oyuncuları bir de futbolcular bol keseden kazanıyor. Aman allahım ne paralar ne paralar... Kaç yuva geçinir o paralarla, ekonomi feraha çıkar. Ortalama dizi başına 30 bin lira alan bir oyuncuyu varsayalım. Kazandığı parayla kaç tane asgari ücret ödenir düşünsenize. Vay vay vay...Ne yatırım yapıyordur bu oyuncu milleti.  Biz de üç kuruş maaşımızla didinip duralım. Bir kast ajansına mı kayıt yaptırsam acaba?

2 Ocak 2011 Pazar

yeni bir yıl...

Uzun zamandır yazamıyorum. Bir türlü fırsat olmuyor.

Hep yorgun, hep mutsuz, hep gamlı baykuş gibi savrulduğum günlerim oldu bu sıralar. Yeni yaşıma da yeni  yılıma da aralık ayı içinde geçiyorum. Hem yaşım büyüyor hem de bir yıl atlıyor ya benim rakamsal yaş otomatikman tavana vurup duruyor. Ben daha da depresif oluyorum  tabi durum böyle olunca. Neyse yılbaşı gecesi hepsini unuturum büyük olasılıkla.

Yeni bir yılla beraber tüm tasalardan kurtulmaya çalışacağım. Kendimi daha çok sevip daha çok önemseyeceğim. Ve bu yolda her yol mübahtır diyerek yaşayacağım hayatı.(Ama kendimi kandırmasam iyi olur. Ben kendisi için her yolu kullanabilenlerden değilim, ama olsun denerim)


(İş yerinden bu yazıyı yazmak çok zor. Şimdi patronum sesleri yükseliyor odasından bir operet sahneleniyormuş edasıyla ama aldırmıyorum, bugün bu yazıyı yazacağım.!!!:))) Neyse bu operet ayrı bir yazı konusu...ne siz sorun ne ben söyleyeyim.)

Hayattan tek istediğim huzurlu, sağlıklı ve mutlu bir yaşamdır çoğu zaman. Bu yıl hayat, ekstra olarak bir yenilik katsın istiyorum hayatıma ki ben bile gözlerime inanamayayım. hayatta bu da mı varmış diyebileyim.Vay be derken gözlerim açılsın kocaman. Başarmanın tatlı huzuruyla bir kahve içeyim bacaklarımı uzatıp. Ohh ne keyif...

Herkese en mutlu anlar, huzurlu ve sağlıklı bir yaşam diliyorum. Hayallerin gerçeğe dönüştüğü bir yıl önümüzde dolu dolu akar umuyorum...

Ama lütfen hayat çok rica ediyorum şu küçük mucizileri unutmayalım yeni yılda,

Mutlaka bekliyorum.